-
YAZAR : ALİ OĞUZ
Tarih: 16-04-2025 14:31:00
Güncelleme: 16-04-2025 14:31:00
KİMSEDEN BEŞ KURUŞLUK YARDIM ALMAMIŞTIK.
Köyümüzde doğup büyüyen hemen herkes yıllar yılı arazilerine bağımlı yaşamayı tercih etmişlerdi. Ekip biçtikleri ürünleri geçimlerine yetmeyen birçok köylümüz ilkbaharda Adana/Çukurova’ya giderek orada maraba olarak çalışırdı. Sonbaharda köye döner oradan kazandıklarıyla kışı köyde geçirirlerdi. Başlangıçta birkaç ailenin gittiği Çukurova’ya sonraki yıllarda kafileler halinde gidilmiş, gidenlerden bazıları Adana da iş bularak buraya yerleşmeyi tercih etmişlerdi. O günün koşullarında Çukurova’ya gidip gelmek çok zahmetli bir işti. Her yıl ilkbahar aylarında kafileler halinde yollara düşen köylülerimiz, eşeklerine yükledikleri yatak ve bir süre geçinebilecekleri un bulgur gibi yiyecekleriyle haftalarca süren yolculuktan sonra Çukurova’ya ulaşıyorlardı. Sonbahar aylarında dönüşler daha da zorlaşıyordu. Çalışıp kazandıkları buğday çuvallarını ve yataklarını eşeklerine yükledikten sonra aynı yolu izleyerek köylerine dönüyorlardı. Yıllarca süren bu yolculuğa katılmayan sayılı aileler arasındaydık biz.
1942 yılında köy ilkokulu açıldıktan sonra da Çukurova’ya gidiş ve dönüşler sürdü. İlkokulun açılması köyde devrim niteliğindeydi. Köy okulunda mezun olan öğrenciler, ailelerinden alınarak köy enstitülerine götürüldüler. Köy enstitüsüne giden çocuklar ailelerine yük olmadan birkaç yıl sonra öğretmen olarak köye döndüler. O öğretmenler memur olmuştu, maaşları vardı ve ailesini rahatlıkla geçindirebiliyorlardı. Köyde bir yıl boyunca çalışıp didinen insanlar ancak karınlarını doyurma telaşındaydı. Keza günlerce, haftalarca yollara düşüp Çukurova’ya gidip dönenler de aynı durumdaydılar. Öğretmenlerin yaşamlarını gören köylülerimiz, çocuklarını okutmak için her fedakarlığa katlanmaya başladılar. Fakat artık köy enstitüleri kapanmış ve öğretmen okullarına girecek öğrenciler sınavlarda başarılı olmak zorundaydılar. Çocuklarını okutmak isteyenler de köy ve Çukurova dışında iş arayışlarına giriştiler. Fakat bu girişime kalkışanlardan pek azı hayaline ulaşabilmişti.
Orta okul son sınıfta okurken o yılın başında Keban barajının temellerinin atılması çalışmaları vardı. Bu amaçla devrin başbakanı İsmet İnönü barajın yerini görmek için gelmişti. Keban da bir konuşma yapacağı söyleniyordu. Biz öğrenciler bir sıra halinde okuldan çıkarak yürüye yürüye bu günkü jandarma karakolu ile hastane arasındaki yol boyu sıralanmaya çalıştığımızda, Keban halkı bizden önce gelip yolların çevresini kapatmışlardı. Bir ara kalabalık dalgalanarak hastane istikametinde yolu kapattılar. Vatandaşlar: buradan geçecek Başbakan İnönü’nün durup kendilerini dinleyip uzun yıllardır ihmal edilen Keban’ın sorunlarını dinlemesini istiyorlardı. Uzun süre bekledik; nihayet Başbakan İnönü’nün polisler eşliğindeki arabası gözüktü. Hepimiz “Başbakan İnönü... Başbakan İnönü...” diye var gücümüzle bağırmaya başladık. Başbakan İnönü’nün arabası geldi ve kalabalığı geçemeyince İnönü arabasından inerek halka el sallamaya başladı. İnönü’ye doğru hareket edenlere polisler müsaade etmeyince o tekrar arabasına bindi ve polisler tarafından açılan yoldan Elazığ’a doğru hareket etti. Başbakan İnönü tek kelime etmemiş, sadece el sallayarak çekip gitmişti.
O yıl Keban’da yoğun bir faaliyet vardı. Kimi şirketler şantiye binalarını Keban-Ağın köprüsü ile Keban arasındaki nehrin kenarına yaptırırken, kimi de iş makinelerini getiriyordu. Bir yandan da büyük işçi akını vardı. Gelenler işini bulunca ev telaşına düşüyorlardı. Keban barajı, Keban ile birlikte Keban’ın köylerine de iş imkânı sağlayınca çoğu köylümüz çoluk çocuğunu köyünde arazilerin başında bırakarak Keban barajında bulduğu işe koştu. Köylülerimiz için yeni bir dönem başlıyordu, köyde gece gündüz çalıştığı ve karnını doğru dürüst doyuramadığı tarım ve hayvancılığı eşi ve çocuklarına bırakanların çoğu Keban barajında iş bulma telaşına düşmüştü.
Bizde çalışacak baba yoktu, aile reisi bendim. Keban da orta okulda okuyordum ve zor koşullarda üç yıllık öğretim süresinin sonuna gelmiştik. O yıl okullar tatil olduktan sonra son sınıf öğrencileri için bir ay sürecek genel imtihanlar başlamıştı. Hafta içerisine taksim edilmiş derslerden imtihan olmak üzere Keban’da kalmıştık. Havalar bunaltıcı ölçüde sıcaktı. Biz haftada bir veya iki sınava giriyor, sınavdan kan-ter içinde çıkıyorduk. İmtihandan çıkınca evlerimize gitmeden önce okulun çevresinde kıvrılarak akan Fırat nehrine giderek serinliyorduk. Bir süre sonra evlerimize dönerek bir sonra imtihan olacağımız derse çalışmaya başlıyorduk. O dönem orta okuldan mezun olacak öğrenciler sene sonunda tüm derslerden genel imtihana tabi tutuluyor, genel imtihanda geçer not alanlar mezun olurken başaramayanlar eylül ayında yapılacak bütünleme sınavına giriyorlardı. Genel imtihanda girdiğin dersin sonucu hemen ilan tahtasına asılmaz veya sana bildirilmezdi. Tüm imtihanlar bittikten bir veya iki gün sonra ilan ediliyordu. İmtihanlar bitti, sonuçlar açıklandığında geçer not alarak mezun olmuştum.
Ortaokulu bitirdiğimde 15 yaşındaydım ve bütün yaşantım köy ile Keban arasındaki mesafeden ibaretti. Okuldan mezun olmuştum ama Keban da lise ve dengi okul olmadığı için yatılı okullarda şansımı arayacaktım. Bir yatılı okulu kazanmadığım takdirde tahsil hayatım bitiyordu. Her ihtimali düşünerek tedbir almak zorundaydım. O zaman, buradaki iş imkanından neden bende istifade etmeyeyim diye düşündüm. Ayrıca bu yıl birlikte mezun olduğumuz Özcan ve Nurettin de benimle birlikte geleceklerini söylemişlerdi. Evet çalışmalıydım, annem beni nereye kadar okutabilecekti ki? Bir yandan böyle düşünüyor, bir yandan da yakında biçilecek ekinlerin harmana taşınma işini annem küçük kardeşlerimle nasıl başaracak diye kara kara düşünüyordum. İş bulursam hafta sonları gidip yardım edebilirim diye söyleniyorum. Sanki işim garantiymiş gibi hayaller kuruyordum. O gün bu ikilem arasında evden çıkarak çarşıda o iki arkadaşımla buluştum. Birlikte Keban-Ağın yoluna çıktık. Bu günkü jandarma karakolunun bulunduğu yerden dik bir inişten indikten sonra nehrin kenarındaki şantiyeye arkadaşlarımla birlikte gittik. Şantiyeler karınca taşının bulunduğu bölgenin aşağı bölümündeki düz alana kurulmuştu. İşe alımlarının yapıldığı yeri sorduğumuzda bizi ilgili büroya yönlendirdiler. Gösterilen yere gittiğimizde iş başvurularını değerlendiren mühendisin araziden olduğu, dönünce bizimle ilgileneceğini söylediler. Yaklaşık yarım saat bekledikten sonra gelen ilgili kişi bizi sırayla içeriye almaya başladı. Dışarıya çıkan arkadaşa bakıyorum, bir şey söylemiyor. Nihayetinde beni çağırdılar. İçeriye girdiğimde makam odasında oturan bir beyefendi bana nazikçe:
“Hoş geldin, otur” dedi.
“Tahsilini öğrenebilir miyim?”
“Ben ortaokulu yeni bitirdim.”
“Bizim tahsilli insanlara ihtiyacımız var-o dönem ortaokul tahsili önemli bir tahsil olarak değerlendiriliyordu- kaç yaşındasın?”
“On beş yaşındayım.”
“Yaşın çok küçük, bize böyle tahsilli insanlar gerekli, eğer yaşın müsait olsaydı sana çok iyi bir iş verebilirdim. Biz hiç kimseyi sigortasız çalıştırmıyoruz. Sigortalı olabilmeniz için en az 18 yaşını bitirmiş olmanız gerekiyor.”
“Yaşıma bakmayın, ben çift sürüyor, ekin ekip biçiyor, tüm ev işlerini yapabiliyorum.”
“Yaptığından eminim, ama yaşın tutmuyor kusura bakma.”
Ben kendisine teşekkür ederek ayağa kalktım. kapıdan çıkmak üzereydim ki arkamdan seslendi:
“Bakar mısın?” deyince geriye döndüm.
“Niçin çalışmak istiyorsun, okulunu yeni bitirdin, git dinlen ve tahsiline devem et.”
“Efendim dinlenmek bize düşmez, buradan çıkınca yaya o kadar yolu yürüyerek köye döneceğim. Tarlada ekinimiz var biçilip harmana taşınacak ben olmasam bu ekin tarlada kalır.”
“Neden, baban yardım etmiyor mu?”
“Ben babamı küçük yaşta kaybettim, ailenin en büyüğü benim, annem çift sürerek beni ve kardeşlerimi el alemlere muhtaç etmedi. Annem ne zamana kadar bize bakacak ki, hastalansa, sakatlansa hepimiz perişan oluruz.”
“Başka sorunuz yoksa ben gideyim, köye dönmek zorundayım.”
“Yolun açık olsun, gidebilirsin.”
“Gösterdiğiniz ilgiye teşekkür ederim...”
İş hayallerim bitmişti. Dışarıya çıktığımda arkadaşlarım bekliyordu, birlikte Keban’a doğru hareket ettik. Dik yokuşu tırmanmaya başladığımızda peşimizde birinin bağırdığını duyduk. Biz aldırış etmeyerek yokuşu tırmanmaya devam ettik. Bağıran kişi bir yandan koşuyor, bir yandan bağırıyordu. Döndük kendisine baktık kan ter içerisinde beni işaret ederek:
“Şantiye şefi seni çağırıyor, çabuk benimle gel” dedi. Arkadaşlarla birbirimize bakıştık ve ben:
“Arkadaşlar benim işim oldu galiba” dedim.
Şantiyeye vardığımda hemen içeriye alındım. O beyefendi masasında oturuyordu. Çok nazik ses tonuyla,
“Buyur otur evladım!” dedi.
Ben oturmak istemedim ama o ısrar edince geçip oturdum. Arkamızdan bağırarak beni çağıran kişi az sonra soğuk bir meşrubat bardağını getirip önüme bıraktı. Ben içip içmemekte tereddüt ederken, mühendis sakin bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
“Bak delikanlı eğer yaşın uygun olsaydı buradan göndereceğim son kişi sen olurdun, bunu bilmeni istiyorum. Ben seni buraya tahsiline kaldığın yerden devam etmen için çağırdım. İnsanların ekonomik durumları, içinde yaşadıkları ortam ne olursa olsun okumalarını engellemez. Ben yaşamımı anlatacak olsam ciltler dolusu roman olur. Ben ayakkabı boyacılığından, simit satıcılığına kadar her işte çalıştım, zaman oldu parklarda, sokaklarda yattım ama okuluma devam ettim. Evladım, senin hiç olmazsa çift süren annen ve çift sürebileceğiniz tarlalarınız var. Benim böyle bir şansım da yoktu. Şimdi gördüğün gibi çok önemli bir yerdeyim. Sen de yılmadan okumaya devam et.”
Şantiye şefi konuştuğu süre boyunca hiç sesimi çıkarmadan dinledim onu. Ben köyde doğup büyümüştüm, zor imkanlarla ortaokulu bitirmiştim. Elbette okumak istiyordum; ama ne yol gösteren ne yönlendiren ne de imkânım vardı. Ortaokul bitirme sınavları sırasında birbirimize sorarak, yatılı okullara müracaat etmek için yön bulmaya çalışıyorduk. Benim gibi tek amaçları yatılı okul olan hemen herkesin belirlediği okullar: Tunceli öğretmen okulu, Ankara maliye okulu ve Malatya ziraat okul ile sınırlıydı.
Ben bunları düşünürken o, bir yandan konuşuyor, bir yandan da elindeki kalemle bir şeyler yazıyordu. Bir ara tekrar başını kaldırarak yazdığı makbuz gibi bir kağıdın koçanını kesti ve bana uzattı.
“Bak evladım, keşke imkânım olsa da daha fazlasını yapabilsem, keşke imkânım olsa da tüm ihtiyacı olanlara yardım edebilsem, imkânım bu, sen bunu al ve muhasebeye götür, benim, senin tahsiline küçücükte olsa bir katkım olsun” dedi. Ben bunu kabul edemeyeceğimi söylediysem de ısrarla elime makbuzu tutuşturdu ve dışarıda bir kişi çağırarak beni muhasebeye götürmesini söyledi. Muhasebeye gittim. Oradaki kişi koçanı alarak elime 100 lira tutuşturdu.
Hayatımda ilk defa çalışmadan, ismini bilmediğim, tanımadığım bir kişiden 100 lira almıştım. Oradan çıkınca yokuşun orta bölümünde beni bekleyen arkadaşlara doğru yürüdüm, onlara yetiştiğimde beni niçin çağırdıklarını sordular. Ben de: okumam için tavsiyelerde bulunduğunu söyleyerek konuyu geçiştirdim. Birlikte yürüyerek Keban’a varır varmaz eşyalarımı toplayarak köyün yolunu tuttum. Köyde karasabanla çift süren, ekin biçen, harmanda düven süren, sırtında çuvallarla elde ettiği mahsulleri taşıyan, bağ-bahçe sulayan, ağaç budayan, hayvan güden, ev işleri ve çocukların bakımıyla ilgilenen bir annem ve kardeşlerim vardı. Annem her türlü fedakarlığı yaparak bu aşamaya kadar okumamı sağlayabilmişti, bundan sonra ona yük olmamaya çalışacaktım.
Köye doğru yola çıktığımda, temmuz ayına girmek üzereydik ve öğlen saatlerinin kavurucu güneşi altında yol almaya çalışıyordum. Yol boyu, şantiye şefinin söylediği sözleri düşünüyordum. Bugüne kadar çok sıkıntılar çekmiştik; köyde bir hayli akrabamız ve köyün yarısına yakın bölümü kirvemiz olduğu halde Bugüne kadar kimseden beş kuruşluk yardım almamıştık. Oysa bugün tanımadığım bir kişiden babacan nasihatler ve maddi yardım almıştım. Sağ ol ismini bilmediğim şantiye şefi, ayağına taş değmesin.
O şantiye şefi yaşıyorsa sağlıklı uzun ömürler, vefat ettiyse saygı ve rahmetler diliyorum. Onu, yardımseverliği ve iyi niyetinden dolayı şükranla anıyorum.